“Devlet-i âli Osman’ın lîsan-ı mahsusu pek kavi ve ihtişamlı idü. Ne eylediler o muhkem lîsan-ı ki aslına bigâne bir nesli cedid ihraç olundu.” Bu beyit tamamıyla şahsıma aittir. Aslında 1541 yılında yazılmış bir metin üzerinde biraz oynayarak bu hale getirdim. Tercümesi: “Osmanlı’ya özel dil çok sağlam ve göz dolduruyordu. O güçlü dile ne yaptılar da geçmişine yabancı yeni nesil ortaya çıktı” gibi bir anlama geliyor. Yani böyle yazınca bile tam karşılığı bulunmuyor ya da insan kendisini ifade edemiyor. Neyse…
Bundan önceleri ezberlenmiş tarihe meraklı olmayan ve yetinmeyi bilmeyen bir lise öğrencisiydim. Oğuz Boyundan başlayıp Osmanlı İmparatorluğuna kadar tüm ihtişamı ile göz dolduran serüveni İnkılap Tarihi seviyesine indirgemeyi de asla kendime yediremiyordum. Nitekim (ağır bir sayısal öğrencisi olmama rağmen) lise yıllarımın tamamını tarih okumalarına vermiştim. Ama eksik kalan bir şeyler vardı.
Temmuz 2009… Yıllar sonra Osmanlı tarihinin tarih olduğu başkentler başkentine donanmaya hazır bir üniversite hazırlık öğrencisi olarak adım attım. Süleymaniye de bir bayram namazı olmasa da öğle vaktini geçirdim. Ceddimiz olarak bildiğimiz tarihin yetiştirdiği adamları tek tek ziyaret ettim. Kanuni Sultan Süleyman Han’a hürmetlerim arz ettikten sonra kabristanın etrafındaki mezarlara göz gezdirip mezar taşlarında neler yazdığını okumaya çalıştım. İtiraf edeyim beceremedim. Evet ilkokuldan itibaren bildiğim Arap alfabesinin harfleri yan yana getirilmiş süslü bir yazı biçimiyle taşa işlenmiş. Ne yaptıysam bir türlü okumayı başaramadım; canım sıkıldı… Oysa o kadar tarihle uğraşmış I.Süleyman ile ilgili ne sorulursa sorulsun cevap verebilecek kadar da bilgi edinmiştim. Demek ki tarihi tam da okuyamamışım. Sonra Süleymaniye Kütüphanesine geçtim. Orada durum daha da vahimdi. Bu kez yazılar küçüldü, süsleri azaldı, okumak daha kolay olabilirdi ama yine olmadı. Matbu ne kadar tarihi eser varsa hiçbirini okumakta başarılı olamadım; açık söyleyeyim sinirimden ağlayabilirdim. Benden bir asır önce yaşamış ağabeylerin “yazıştığı” kimi zaman “atıştığı” dili okumaktan acizdim. Tam bir hayal kırıklığı… Kararımı vermiştim; Osmanlıca öğrenmeliydim. Üniversiteye kaydımı yaptırdığım ilk gün bir medresede soluğu aldım. Artık, Medresetüzzehra olarak adlandırılan “Nur Medresesinde” kalıyordum. Matbu onca Osmanlıca eser ve okunması gereken onlarca kitapla artık başbaşaydım. Bu yazıyı okumalı ve yazmalıydım. 1 aylık ciddi bir çalışma ile önce okumayı kavramış ve yazılmış bütün Osmanlıca eserleri çat-pat okumaya başlamıştım. Keyifli ve o kadar da zevkli bir uğraştı. Tarih bana artık eskisinden daha çok keyif veriyordu. Bir yılımı böyle tamamlamış ve ikinci yılın yazında soluğu sinirlendiğim yerde almıştım. Süleymaniye Kütüphanesine bir sabah vakti girip öğlene kadar okunabilecek ne kadar matbu Osmanlıca eser varsa elime almış yavaş da olsa yazılanları okuyup/anlamayı başarmıştım. Eksik kalan kısmı tamamlamanın verdiği sevinçle öğle namazını Sinan’ın camisinde kıldım. Şimdilerde ise rika hattıyla yazıya da çalışmaya başladık bakalım bunun neticesi ne olur…
Evet, tarihin süslü hikâyelerle övünülecek bir uğraş olmadığını, ciddi bir çalışmanın ürünü olduğunu, yetiştirdiğimiz değerli tarihçilerimizin izlenimlerinden şahidiz. Bununla birlikte gurur duyarak anlatılan tarihimizin, yabancı kalınan bir dil ile nasıl buruk bir gurur yaşattığına şahit yüzlerce kişiden de birisiyim. Köken ile irtibatın dil ve irfan ile mümkün olduğunu, Bulgar’ın, Yunan’ın, Gürcü’nün, Ermeni’nin kendi lisanlarına yabancılamadan bizlere nasıl meydan okuduğuna da yakın tarihimiz şahit. Osmanlıca gerekliliğinin bir din ya da etnik milliyet ya da başka bir unsurun konusu olmadığı, aksine bilginin ve öğrenmenin erdemi olduğu kavranmalı dahası fazilet sahiplerinin ileri görüşlülüğüne havale edilmeli. Osmanlıca zorundalık altında tartışılacak bir konu değil. Asıl tartışılması gereken bunca yıl rafa kaldırılan lisan için düzenlemenin daha yeni yapılması ve müfredata da; sanki yeni bir milletin diliyimiş gibi katılmış olması. Çünkü adı Milli Eğitim olarak anılan bir kurumun Milli lafzının içini doldurabilecek en güzel değer tarihselliği, yaşatabildikleri ve öğretileri değil midir? Değerlere sahip çıkmak; milli geleneğe, geçmiş ile geleceğin irtibatının en sağlıklı biçimde kurulmasına bağlı değil midir? Her neyse en azından benim yaşadığım tarih kırılışını sizlerin yaşamaması ümidiyle bundan sonrası öğrenmeye gayretli kardeşlerimiz için hayırlara vesile olsun. Selam ve muhabbetle…
CİHAD BEY @ebucihad_